BORÇ TUZAĞI

Borç hepimizin hayatında bir yeri olan çok geniş bir kavram. Az çok herkesin en azından kredi kartı borcu vardır. Bankalardan bireysel kredi almış da olabiliriz. Şirketler, ülkeler de borçludurlar. Her ülkenin iç ve dış borçları vardır. Gelişmiş ülkeler bile yüksek borç oranlarına sahiptirler. GSMH'nin % 60'ı kadar bir borç makul kabul ediliyor. Borçlarımız her zaman sorun yaratır. Bu borçları almaya gerçekten ihtiyacımız var mı, peki bu borçların kaynağı nereden geliyor ? Bir yerlerde para olmalı ki borç alınabilsin. Yoksa hiç para yok mu, belki de olmayan, henüz basılmamış paralarımızı birbirimize borç vererek devamlılığı sağlıyoruz. Peki bu borçlar nasıl kapanacak . . .

Dünyada öyle bir borç döngüsü oluşmuş ki, borçların kapanması imkansız durumda. Yüksek borçlar piyasaların dalgalanmasıyla birlikte ülkeleri krizlere, borçların ödenmeme durumlarına sürüklüyor. Bu durum iki şekilde sona eriyor. Borçları ödememek veya yeni borç almak.

Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en büyük sorunları sermaye yetersizliğidir. Yatırım yapmak için dış borç alınır. Verim yüksekse borç alınabilir. Borcun verimi, bir birimlik dış borcun GSMH'de yarattığı artıştır. Türkiye'de 1981-1983 yıllarında alınan 1 milyon dolarlık yeni ek dış borç GSMH'de % 11'lik bir artış getirdi. 1980-1990 yıllarında 1 milyon dolarlık borç GSMH'de % 1,4'lük bir artış getirdi. 1992-1995 yıllarında ise 1 milyon dolarlık ek dış borç GSMH'de sadece % 0,5'lik bir artış getirdi. 1980'li yılların başları dış borçlanma bakımından başarılı, daha sonraki yıllar ise başarısızdır. Bu sonuçlardan son yıllarda alınan dış borçların çarçur edildiği anlaşılıyor.

Borç eğer tüketim için, faiz ödemeleri için kullanılıyorsa o ülke bir tüketim toplumudur. Borç yükü katlanarak artacak ve bir seviyeden sonra ülkeyi ardarda krizlere sokacaktır. Borçların kapanmasının veya gün geçtikçe azaltılmasının tek yolu üretim artışıdır.

Tüm dünyada katlanarak artan bir borç yükü vardır. Borçlar vadesi geldiği zaman yeni kredilerle ödenmektedirler. Borçların vadeleri giderek kısalma eğilimi gösterirler. Ülkeler faiz oranlarını arttırarak sermaye akışını sağlamayı amaçlamaktadırlar. Düşük kur, yüksek faiz politikasıyla yabancı sermaye gelmekte, ithalat artmakta ve ihracat düşmektedir. Uluslararası faiz oranlarındaki 1 puanlık artış, gelişmekte olan ülkelerin borçlarını 6 milyar dolar arttırıyor. Bir süre sonra faizler düşünce anapara ve faizlerin ülke dışına çıkmasıyla birlikte devalüasyon zorunluluğu ortaya çıkıyor. Krize giren ve riski artan ülkeye tek borç verecek kuruma başvurulur; IMF.

Sonuçta eğitim, yatırım, sağlık harcamaları kısılıyor. Gelecek kuşaklara iyi imkanlar yerine borç bırakıyoruz. Ülkemizde kişi başına milli borç 1989'da 1091 dolar iken, günümüzde 2000 dolara ulaşmıştır. Her doğan çocuk 2000 dolar borçla doğuyor. Kötü koşullarda yaşıyor, yeterli sosyal, eğitim vb. olanakları bulunmayan genç beyin ilk fırsatta yurt dışına kaçıyor. Amerika'ya eğitim için giderek oraya yerleşen Türk vatandaşlarımızın sayısının 200 bine ulaştığı söyleniyor.

1970'li yılların sonunda Avrupa'da Japonya'da sermaye hareketleri üzerinde çok katı kontroller devam ederken, Latin Amerika'da, Şili ve Arjantin başta olmak üzere birçok ülke 1978-1982 yılları arasında sermaye hareketlerini serbestleştirdiler. Tek amaç sermaye çekmek oldu. Kısa vadeli sermaye hareketleri hızlandı. Faizler yüksek, döviz kurları düşük tutuldu. Yurtiçindeki firmalar bile dış kredi alıp yurtiçinde hazine bonosu aldılar. Bunun sonucunda yatırımlar azaldı. Sermayenin kaçmaması için faizler sürekli yüksek kaldı. 1978-1982 yıllarında Latin Amerika'da olan herşey bugün dünyada tekrar yaşanıyor. Türkiye'de de aynı senaryo gerçekleşti. Yerli bankalar dış borç alıp hazine bonosuna yatırım yaptılar. Yıllarca bu şekilde para kazandılar. Büyümeleri ithalata büyük ölçüde bağımlı Latin Amerika ülkeleri, ithalatlarında 1 milyar dolarlık bir kısıntı yaptıklarında, GSYİH'larında 3 milyar dolarlık bir düşüş ortaya çıkıyordu. Sermaye çıkışıyla birlikte kriz ortamına sürüklendiler. Bu durum genişleyerek zaman içinde tüm gelişmekte olan ülkelere yayıldı ve krizlerin ardarda gelmesi güven unsurunu zedeledi. Sermaye yoğun bir şekilde gelişmiş ülkelere kaçmaya başladı. Sonuçta anlaşılıyor ki, yapısal reformlar yapılmadan gerçekleştirilen serbestleşme ülkelere zarar veriyor ve içinden çıkılmaz bir borç tuzağına sürüklüyor.

Osmanlı Devleti 1854 Kırım Savaşını finanse etmek için aldığı dış borçtan ancak 100 yıl sonra 1954 yılında kurtulabildi. 1875 yılında moratoryum ilan edildi. Borç erteleme anlaşması yapıldı. 1881 yılında dış borçlar aşırı derecede arttı. 7 ülkeden oluşan Duyunu Umumiye-i Osmaniye İdaresi kuruldu. Ödenmeyen borçlara karşılık ülkenin doğal kaynaklarına dış ülkeler el koydu ve bu kaynakları işletecek bir çıkar şirketi kurdular. Bu idare uzun yıllar devam etti. 1914 yılında bütün devlet gelirlerinin % 30'unu kontrol ediyorlardı. Osmanlı döneminde alınan borçlar çarçur edildi, üretime küçük bir kısmı ayrıldı. 1962 yılında OECD tarafından Türkiye'ye Yardım Konsorsiyumu kuruldu. Kredi sağlandı. 1978 yılında yine OECD tarafından Türkiye'nin Dış Borçları Çalışma Grubu kuruldu. Kredi sağlandı. Gelişmekte olan ülkelerde yakın tarihte artan bir şekilde borç erteleme anlaşmaları yapıldı. Bunlar;

1975 Endonezya / 1976 Arjantin, Peru / 1978 Türkiye, Jamaika, Guana / 1979 Togo, Zaire / 1980-1981 Jamaika, Bolivya

1980 Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya / 1980-1981-1982 Nikaragua / 1982 Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili, Senegal, Liberya, Kostarika, Malavi, Küba

1983 15 ülke

Hem bankaları hem de borçlu ülkeleri gözeten borç ertelemeleri bombanın patlamasını geçici olarak ertelemiştir. Bankalar borç ertelemeleri ile yeni bir kazanç buldular. Bankalar borç ertelemeleri ile komisyon alıyorlar. Örneğin 1983 yılında Brezilya 6,5 milyar dolarlık borcu ertelemek için 875 milyon dolar komisyon ödedi. Borç ertelemeleri zorunluydu. Örneğin Arjantin'in 85 milyar dolar borcu varsa söz sahibidir. Çünkü Arjantin ihracatı ve kaynaklarıyla 85 milyar dolar değer etmektedir. Borç ertelemeleri ile gerçekten kurtarılan ne Meksika, ne Arjantin ne de Brezilya idi, asıl kurtarılan sanayileşmiş ülkelerin bankalarıydı.

Türkiye'de 1980 yılında dışa açılma kararı alındı. Faiz oranları serbest bırakıldı, döviz kurlarında günlük ayarlama sistemine geçildi. Sermaye Piyasası Kanunu çıkarıldı. Finansal piyasalara serbestlik getirildi. 1989 yılında yabancı sermaye hareketleri serbest bırakıldı. Globalleşen dünyada bunlar yerinde kararlardı. İhracat hızla artmaya, piyasalar gelişmeye başladı. Yeni istihdam olanakları ortaya çıktı. Fakat yapısal reformlar yapılmadı. Ekonomi dışa açıldı ve kırılgan bir hale geldi. Piyasalarda dalgalanmalar arttı. Dünyadaki krizlere karşı duyarlı bir sistem vardı ve krizler karşısında gerekli önlemler alınmadı. 1973-1974 yıllarında petrol krizi ile petrol fiyatları dört katına çıkmıştı ve hükümet bu gelişmelere karşın önlem almamıştı. 1980'lerden sonra da bu durum devam etti. Petrol fiyatlarının hızlı yükselişi karşısında ithalatı azaltıcı önlemler alınmadı. Özelleştirme yapılamadı. Vergi reformunda geç kalındı. 1950'den 1990'lara kadar sadece 1954'te % 3 ; 1979'da % 0,5 ; 1980'de % 2,8 küçülen Türkiye; 1994'te % 6,1 ; 1999'da % 6,1 küçüldü. 2001 yılında da küçüleceğiz. Son 8 yılda üç kere yüksek oranlı küçülme ve ardarda gelen krizler. Gelişmekte olan ülkelere ve Türkiye'ye güvenin sarsılmasıyla birlikte orta ve uzun vadeli yabancı sermaye ülkeden çıkmaya başladı. Gerçekçi kur politikasının uygulanmaması kaybımızı daha da arttırdı ve ihracat gelirlerinin düşerek dış ticaret açığının artmasını sağladı.

1980'lerden sonra yüksek büyüme hızları yakalandı. Fakat büyüme tüketimdeki artıştan kaynaklandı. İthalat ve dış borçlanma, kamu açıkları büyümeyi yönlendirdi. Ekonomik büyümenin yüksek olduğu yıllarda dış ticaret açığı patladı. Yüksek büyüme hızları dış borçlanma ile finanse edildi. İstikrarsız, geçici ve iç tüketime dayalı bir büyüme bizi nereye kadar götürebilir...

Son on yılda uluslararası piyasalarda ardarda gelen krizler borç verenlerin borç vadelerini kısa tutmalarını ve daha temkinli yaklaşmalarını sağladı. Piyasalardan borç bulmak zorlaştı. Yurtdışı bankalardan alınan kredilerin vadeleri kısa ve faiz oranları yüksektir. Bunun sonucunda giderek vadeleri kısalan bir borç yükü oluşuyor. Vergi gelirlerinin % 77 si borç ödemelerine gidiyor. Eğitim, yatırım ve sağlık harcamaları kısılıyor. Reel ücretler düşüyor. Ülkeye ve Tl ye güvenin olmaması iç tasarufların azlığında ve ekonomiye kazandırılamamasında önemli rol oynuyor. Dolara hücum eden yatırımcılar kur üstündeki baskıyı arttırıyor. IMF'den alınan orta vadeli kredilerle borçlar ödeniyor, yatırım yapılmıyor. Gerçekçi, rekabetçi kur politikası olmaması nedeniyle uluslararası piyasalarda sanayicimiz rekabet edemiyor. Yabancı sermayenin ülke içine gelmesi için faiz oranları arttırılıyor. Faizler düşünce daha yüksek miktarda paranın ülke dışına çıkması yeni bir kriz ortamı hazırlıyor. Sabit sermaye yatırımcısının, orta ve uzun vadeli sermayenin gelmesi gerekiyor. Bunun için de siyasi istikrar ve güven ortamının oluşması ilk şart. Bürokrasinin azaltılması, tek vergi alınması, vergi oranlarının düşürülmesi gerekiyor.

Türkiye'nin toplam borcunun 200 milyar dolar neredeyse 1 yıllık GSMH'miz kadar olduğu biliniyor. Bu borçlar yatırımlar kısılmadan nasıl kapanacak. Borçların kapanması imkansız. Asıl önemli nokta borçların krize girmeden, piyasaları dalgalandırmadan döndürülebilmesidir. Borçlanma vadelerinin uzaması ve faizlerin düşmesi gerekiyor. Bununla birlikte ülke riski düşecek ve yatırımlar artacaktır.Enflasyon düşer, faizler düşer, piyasalarda dalgalanmalar azalır. Girişimci genç dinamik nüfusumuzun da etkisiyle yıllardır ertelenen yatırımlar gerçekleştirilmeye başlanılır. Büyümenin hız kazanması istihdam olanaklarını arttıracaktır. Özelleştirmeyle birlikte devletin küçülmesi kamu harcamalarını düşürecek ve vergi oranlarının düşürülmesiyle birlikte kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması sağlanacaktır. Tl ye güven kalmadı. Bankalararası işlemlerde, kiralarda, maaş ödemelerinde vb.işlemlerde dolar kullanılıyor. Gerekirse belli alanlarda döviz kullanımı yasaklanmalıdır. Piyasaların istikrara kavuşmasıyla yeni Tl getirilmeli ve 1 Tl = 1 Euro 'ya fikslenmelidir. Petrol tüketimini azaltıcı önlemler alınmalıdır. Petrol ithalatımızda vadeli işlemler yaparak petrol fiyatları ve kur artışlarından korunmalıyız. Bu sayede uzun vadede gelecek nesillere daha iyi şartlarda bir borç yükü devredebileceğiz. Ekonomiye kaynak yaratmalıyız. Yurtiçi tasarrufları teşvik etmeliyiz. Altına dayalı mevduat çıkarmalıyız. 1990 yılından beri İMKB ekonomiye yaklaşık 20 milyar dolar kaynak sağladı. Şirketlerin halka açılmasını özendirmeliyiz. Türk lirasına güveni sağlamalıyız. Enflasyonu düşürmeliyiz. Güven ortamı sağlanırsa halkta bulunan 60.000 ton altın, 90 milyar mark ve 100 milyar doların bir kısmı ekonomiye kazandırılabilir. Bunların küçük bir kısmı bile yeni yatırımlar, yeni iş imkanları, yeni teknolojiler ve artan refah anlamına geliyor. Reel faizler düşmez, yeterli büyüme olmazsa moratoryum (borçların ödenmemesi) ve hiperenflasyon (para basma) ortaya çıkar. Reel faizler % 10 larda olur, her yıl % 5 lik bir büyüme yakalanabilirse 30 yıl sonra borçlar GSMH'nin % 20 sine inebiliyor. Bunları gerçekleştirebilirsek uzun vadede borç tuzağından çıkabilen tek ülke olarak tarihe adımızı yazdırabilir ve diğer ülkelere de örnek olabiliriz. Aynen geçmişte bağımsızlık kavramının yerleşmesinde olduğu gibi...

Alınan dış borç önceki borçlardan az olursa, ülkeden borç veren ülkelere doğru bir sermaye akımı olmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki bir kere borç almaya başlayan bir ülke sermaye çıkmasını istemiyorsa, her cari dönemde bir öncekinden daha fazla miktarda borç almak zorundadır. Borçlar uzun dönemde borç alan ülkelerin aleyhinde bir gelişim gösterir. Buna borç tuzağı diyoruz.

Düşünün ki bir IMF oyunu. Tüm gelişmeye çalışan ülkeleri içine alan bir borç tuzağı. IMF'nin % 51'i ABD Hazine Bakanlığına ait. Tüm ülkeler döviz rezervi olarak dolar tutar. ABD ise altın tutar. Kendi parası değerlidir, kuvvetlidir. Kendi parasının karşılığı olarak da altın tutar. Dünyada merkez bankaları toplam altın rezervi 28000 ton. ABD'de ise 8136 ton rezerv var. ABD para basar kredi verir, faiz kazanır gene kredi verir, hibe eder. Dünyanın en değerli parası dolar. Tüm merkez bankaları dolar tuttuğu için ABD'de yüksek enflasyon riski yoktur. Sadece bastığı dolarları ülke dışına transfer etmesi gerekiyor. Bunun yolu da kredi ve hibedir. Yıllar önce Marshall planıyla da bu amaçlanmamış mıydı ?

Borç tuzağına girmiş ülkelerin bu tuzaktan kurtulma şansı yoktur. Sermaye ihtiyacı vardır. Borç bulunamazsa krize girecektir. Ülke zaten riskli olduğu için kredi bulamamaktadır. IMF'ye mahkumdur. IMF her zaman destek yani kredi verecektir. Çünkü para kazanır. Zaten kredi vermezse fazla parası olacaktır ve ABD'de enflasyon ortaya çıkacaktır. Alan memnun satan memnun durumu bu olsa gerek.

Krizler sonucunda ülke paraları devalüe ediliyor. Faizler yükseliyor, şirketlerin değeri düşüyor. Bir ülkeye yatrırım yapacaksanız eğer, o ülkeyi krize sürüklüyorsunuz ve ucuza hisse kapıyorsunuz.

Sanayileşmiş ülkelere çok yönlü bağımlılık içinde bulunan borçlu ülkeler, borçlarla yaşamaya alışmışlardır. Kendi güçleriyle değil de dışarının desteğiyle yaşamaya alışmış ülkelerin yöneticileri kredi itibarlarını kaybetmemek için borç verenlerin koşullarını kolaylıkla kabul ediyorlar. Hükümetler iflastan veya ödeyememe halinden bir şirketten daha da dikkatlice sakınır, çünkü bilir ki tüm kredi sisteminin dışında kalacaktır.

Dış borç bir toplumun diğer bir topluma borcudur. Dış borç eğer ekonominin ödeme gücünü aşarsa, ülkenin bağımsızlığı üzerine ipotek koyar. Her ülkenin bir ekonomik değeri vardır. Borçlar bu değeri aşmamalıdır.